TARİHİN EN ESKİ MESLEKLERİNDEN BİRİ: HEKİMLİK

TARİHİN EN ESKİ MESLEKLERİNDEN BİRİ: HEKİMLİK

Emeğe ve üretime dayalı toplumsal iş bölüşümünün temelinde, kişilerin işiyle ilgili bilgi, tutum ve becerileri yatar. Bilgi, tutum ve becerilerin toplumsal bir ihtiyaçla birden fazla insan tarafından uygulanır hale gelmesi  ve  toplum içinde yaygınlaşarak üretime (hizmete) dönüşmesi meslekleşmeyi doğurur. Meslekleşme “bir işin meslek olma yolunda güç elde edilen dinamik bir süreçtir.” Bu nedenle, her mesleğin öyküsünde bir meslekleşme süreci ve tarihi vardır. Her meslek öğretme ve öğrenme süreciyle, yani eğitim olgusu ile kazanılır. Eğitim süresi, mesleğin niteliğine göre değişir. Örneğin usta-çırak usulü ile meslek kazanımı olabileceği  gibi  herhangi bir örgün eğitimle de meslek sahibi olunur. Günümüzde, hekimlik ya da sağlık meslekleri,örgün eğitim ile kazanılan profesyonel mesleklerdir.

Toplumsal koşullar, ihtiyaçlar ve değişimlere göre ortaya çıkan bazı meslekler insanlık tarihi ile yaşıttır; bazı meslekler ise yakın tarihte ortaya çıkmıştır. Örneğin hekimlik ve ebelik gibi sağlık meslekleri insanlık tarihinin başlangıcında ortaya çıkmışken; pilotluk, astronotluk gibi pek çok meslek yakın  tarihte  doğmuştur. Özellikle son yüzyılda ve günümüzde hızlı gelişen bilim ve teknoloji sosyal-kültürel, ekonomik değişimlere yol açmıştır. Buna bağlı olarak bazı meslekler tarihe gömüürken; yakın tarihe kadar adısanı olmayan mesleklerin doğuşuna insanlık tanık olmuştur. Bu değişkenlik kuralının en önemli istisnası hekimlik mesleğidir. Çünkü hekimlik “insana, insan yaşamına, insanın yaşama hakkına vb.” hizmet eden kut-sal bir meslektir. Bu nedenle dünyada insan varlığı sürdüğü sürece hekimlik mesleği de varlığını sürdürecektir.

Hekimlik mesleği doğurgan bir meslektir. Zira son iki yüzyılda hekimliğin hizmet alanı genişlemiş; hekimlik günümüzdeki pek çok sağlık mesleğine analık etmiştir. 19. yüzyılda modern tıbbın doğuşuyla birlikte sağlık alanındaki bilgi ve teknoloji gelişmeleri hekimlik mesleğinin hizmet alanını da genişlet- miştir. Bu durum hekimlik mesleğinin görev ve yetki alanına giren bazı işlerin bölüşülmesine neden olmuştur. İş bölümü, sağlık alanında yatay olarak yeni yeni sağlık mesleklerini ortaya çıkarmıştır. Örneğin hemşirelik, eczacılı, diyetisyenlik, diş hekimliği, fizyoterapistlik, teknisyenlik gibi meslekler görev bölüşümünün  doğurduğu sağlık meslekleridir. Özellikle 20. yüzyılda hekimler derinlemesine uzmanlaşarak pek çok alanda kendi içinde de meslekleşmiştir. Örneğin cerrahi kendi içinde; “genel cerrahi, kalp-damar cerrahisi, çocuk cerrahisi, beyin  cerrahisi,  gastroen- terit cerrahi”  gibi  dallarla  hekimlerin meslek unvanlarına yeni sıfatlar ek-lenmiştir. Tarihsel süreç içinde hekimlik melseğinin bugün ulaştığı zirveye kolay gelinmemiştir.

TIP VE HEKİMLİK TARİHİ

Günümüz modern insanı için, geçmişte olup bitenler bir tarih konusudur. Ancak tıptaki tarihsel bilgi ve uygulamalar  tarihin  derinliklerinde  kalmış ve kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış süreçler değildir. Çünkü tıbbi bilgilerin evrimi birbirini ortadan kaldıran değil, birbirine eklenen dönüşümler şeklinde olmuştur. Tarihsel süreç içinde bu dönüşümlerin ana hatları “içgüdüsel, büyüsel, dinsel, felsefi, hipokratik ve bilimsel” tıp şeklinde gelişme göstermiş, bu gelişme çizgisinde öne çıkan kişiler “hekimlik” rolü oynamıştır. Dolayısı ile hekimlik mesleği de bu dönüşümler çizgisinde gelişmiştir. Günümüzde hekimlik mesleğinin ulaştığı nokta; uzun soluklu, çok ciddi ve bilimsel kurallara bağlı bir üniversal eğitim ile kazanılan bir meslek olduğudur. Bu noktaya ulaşmanın mücadelesi insanoğlunun içgüdüsü  ile başlamış, çağlar boyu sürmüş ve nihayet günümüzün modern tıbbına ulaşılmıştır. 

İçgüdüsel Tıp ve Hekimlik

Tarihin derinliklerinde hekimlik mesleğinin nasıl oluştuğunu bugün tahmin etmek zor değildir. Kaldı ki pek çok kalıntılar (kemikler, dişler, mumyalar, arkeolojik resimler, yontular, yazılı tabletler vb.) insanlık tarihinin ilk gününden itibaren hekimlik uygulamalarının varlığını göstermektedir. Şöyle ki;

Bir an için hekimlerin ya da sağlık hizmeti veren kişilerin olmadığını varsayalım; hatta tıp diye bir olgudan, hastalık-iyilik kavramlarından haberdar olmadığımızı düşünelim; o zamanne yaparız? İşte ilkel insan da düşünce  ve bilgi olarak bu noktada bulunmuş ve yaşamıştı. İlk  insan  diğer canlılar gibi içgüdüsel davranışları ile acısını, ızdırabını dindirmeye, sağlığını korumaya, sağlığını bozan etkenleri kendisinden uzak tutmaya çalışmıştı. Zira biyolojik bir dürtünün yarattığı bu eylem kalıbı (içgü-dü) tüm  canlılarda vardı; ancak insanın diğer canlılardan farklı yanı zihinsel gücüydü. İnsan bu gücü sayesinde olayları sorguluyor, öğreniyor ve deneyimler ediniyordu. Öğrendiklerini ise nesline öğretiyordu. İçgüdüsel olarak yöneldiği davranışlarıyla ağrı ve acısını gidermeye çalışıyordu. Hastalanınca ya da yaşamı tehlikeye girince zihninde hep bir sebep-sonuç ilişkisi arıyordu, olay ve olgulardan kendi yararına ya da zararına oluşabilecek davranış kalıplarını ortaya çıkarıyordu. Böylece insanoğlu davranış kalıplarına göre beslenmeye, tehlikelerden korunmaya, ağrı ve acısını dindirmeye çalışarak her geçen gün bilgi ve davranış çemberini genişletti. Bazı insanlar, geliştirdiği ve zenginleştirdiği bilgi çemberi içinde diğer kişilere yardım eli uzatır hale geldi. Sahip oldukları bilgi ve deneyimleri başkalarına da öğreterek öne çıkmaya başladı. Böylece hastalanan ya da yaralanan insanlara büyü, ayin gibi ampirik (bilimsel olmayan) yöntemlerle de olsa yardım eli uzatan kişiler “hekim adam” olarak benimsendi. Böylece hekimlik mesleğinin kökleri atıldı.

Büyüsel-Dinsel Tıp ve Hekimlik

Dinsel tıbbin etkisi en şiddetli haliyle Hıristiyanlık dünyasında görüldü. Zira Ortaçağda (MS 375 - 1453) Hıristiyanlık dünyasında hastalıkların sadece tanrının yardımıyla iyileşebileceği inancı daha da yaygınlaştı.

Ampirik (bilimsel olmayan) tıbbi uygulamalar, bir biçimde büyüsel ve dinsel tıbbı doğurdu. Çünkü hastalığın veya felaketin bir dış etken tarafından yönetildiğini dü- şünmeye başlayan insanoğlu, bu etkenin ne olduğunu bilemediğinden saldırının gözle görülmeyen bir güç tarafından gerçekleştirilmiş olduğuna inanıyordu. Bu tür inanç olguları insanoğlunun çeşitli “Tıp Mitolojileri (efsaneleri)” geliştirmesine neden oldu. Böylece mitolojik yaklaşımlarla kendisine (veya kendilerine) ıstırap ve acı getiren güç karşısında, en doğru olanın onunla iyi geçinmek ya da onu kendisinden uzak tutma inancı yaygınlaştı. Bu inanca göre; doğaüstü güçler olsa olsa insan bedenine gizlice girmekte ve hastalık yapmaktaydı. Örneğin akşam ortaya çıkan, sabah kaybolan bazı yıldızların hastalık yaptığına, bazı yıldızların ise hastalıkları iyi-leştirdiğine inanılıyordu. Ancak hastalık yapan güçlerden kurtarmak veya iyileştirici güçleri yardıma çağırmak hekim adamların işiydi. Öte yandan bazı otların, bitkilerin, suyun, güneşin vb. şifalı hale gelmesini sağlayan insanlar artık hekimlik mesleğini icra eder hale gelmişti. Çünkü hekim adamlar, insanlara şifa sağlayan her şeye büyüsel ve dinsel özellikler atfediyordu. Onların hasta ve yaralılara faydalı olarak öngördüğü şeyler tapınma olgusu haline getirilmişti. Hasta ve yaralılara yaptıkları her girişim dinsel bir tören eşliğinde gerçekleştiriliyordu. Böylelikle ampirik tıp uygulamaları, kehanete, sihire, muskaya, duaya dayanan büyüsel ve dinsel tıp anlayışına dönüştü. Buna bağlı olarak bir taraftan büyücü hekimler ortaya çıkarken; diğer taraftan sihirbazlıklar, ayinler, dinsel törenler tıbbi uygulamalar haline geldi. Bu tür uygulamaların etkisi; ne yazık ki günümüzde dahi bazı toplumlarda tamamıyla silinemedi.

Dinsel tıbbin etkisi en şiddetli haliyle Hıristiyanlık dünyasında görüldü. Zira Ortaçağda (MS 375 - 1453) Hıristiyanlık dünyasında hastalıkların sadece tanrının yardımıyla iyileşebileceği inancı daha da yaygınlaştı. Tıp hekimlerden çok, din adamlarının (rahiplerin) uğraşısı haline geldi. Çünkü İncil’de tanrının yardımıyla yapılan mucizevi tedaviler anlatılıyordu. Tedavilerde ilaç yerine kutsal suyun kullanılması, rahiplerin dua ile ellerini hasta vücudu üzerinde gezdirmesi gibi uygulamalar emredici hükümler olarak kabul görüyordu. Hatta Hıristiyanlık inancı doğrultusunda, hastaların yanlarında sakladıkları aziz ve azizelere ait saç, sakal, diş, tırnak gibi şeyler mukaddes sayılıyor ve hastalar iyileşebilmek için bu tür şeyleri yanlarında taşıyordu. Hıristiyanlık  tıbbi  bir   “hayır  işi” olarak   görülüyordu.   Çünkü Hıristiyanlık dini, hastalara yardım etmeyi zorunlu bir görev olarak belirtiyordu. Bu anlayışla din adamları için tıp dinin bir gereği olarak algılanmıştı.  Bu   nedenle tıp, papazların, rahiplerin ve rahibelerin mesleği haline gelmişti. Bu inanç ve uygulamalar Ortaçağ Avrupası tıbbında önemli bir yer tutuyordu. Histeri, hafıza kaybı, iktidarsızlık gibi  hastalıklar  ruhun     şeytana kaptırılması anlamını taşıyordu. Ortaçağ Avrupasında ardı arkası kesilmeyen savaşlar, kıtlık ve salgın hastalıklar karşısında, manastırlar ve rahipler hastalar için  tek  umut kaynağı halindeydi. Bu yüzden manastırlar aynı zamanda hastane, rahipler ise aynı zamanda birer hekim olarak işlev yapıyordu.

Ortaçağ İslam dünyasında ise tıp, dinsel etkilerden bağımsız olarak gelişiyordu. Hekimlikte Hipokratik felsefe benimsenmişti. Bu nedenle İslam dünyasında hekimlik mesleği, hipokratik tıbbı izleyerek gelişti. İbn-i Sina (980-1037), Zekeriya Razi (850-932) gibi ünlü hekimler yetişti. Bu hekimler, modern tıbbın babası sayılan Hipokrat (MÖ 460 - 370)’ın

Hipokratik Tıp ve Hekimlik

Eski Yunanistan’da MÖ 6. ve 5. yüzyıllarda; bazı öncü insanların (filozofların) doğaya, yaşama, insana, dinsel ve büyüsel tıbba karşı akımlar halinde itirazları oluştu. Daha önce yüzyıllar boyu mitolojinin sunduğu açıklamaların, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilerin doğruluğu gibi insanoğlu tarafından kabul edilirken; bu dönemde ege adalarında ve kıyılarında bazı kişiler her şeyi akıl yoluyla sorgulamaya başladı. Çünkü öyle bir zaman geldi ki bu önder insanlar için evren, dünya, yaşam ve insan hakkında yüzyıllar boyu kendilerine sunulmuş olan  hazır  bilgilerin  yetersiz ve yanlış olduğu inancını bu önder insanlar fark etti. O döneme kadar doğruluğu tartışılmamış olan bilgilere ve uygulamalara güven yitirildi. Ortaya çıkan bu belirsiz durum karşısında, bu önder insanların yapabilecekleri tek şey akıllarını (uslarını) kullanmak oldu. Böylece insanlar bu önderlerin (filozofların) etkisiyle düşünce ve yaşam sistemlerini değiştirmeye başladı.

Eski Yunanlıların düşünce dünyasında Ortaçağ İslam dünyasında ise tıp, dinsel etkilerden bağımsız olarak gelişiyordu. Hekimlikte Hipokratik felsefe benimsenmişti. Bu nedenle İslam dünyasında hekimlik mesleği, hipokratik tıbbı izleyerek gelişti. İbn-i Sina (980-1037), Zekeriya Razi (850-932) gibi ünlü hekimler yetişti. Bu hekimler, modern tıbbın babası sayılan Hipokrat (MÖ 460 - 370)’ın

söz konusu önemli değişimler, onların düşüncelerini ve yaşam tarzlarını akıl ve mantığa dayandırdı. Zira süreç içinde bir çok filozof tarih, matematik, fizik, biyolo- ji, tıp gibi alanlarda ilk defa bilime temel olan doğru bilgileri, görüşleri, teorileri, ilkeleri akıl yoluyla insanlığa sunuyor; insanlıkta bundan etkileniyordu. Böyle- ce insanlık için dogmatik değil, ilk defa felsefi bir dünyanın kapıları aralandı.

Söz konusu filozoflar eleştirel düşüncelerini,  insanoğlunun  o  güne kadar uyguladığı tıbba da yöneltti. Zaten filozoflar aynı zamanda o dönemin hekimleriydi. Tanrısal mitolojilere karşı çıkan ve felsefi görüşlerini dünyaya açıklayan filozofların bazıları tıbbi uygulamalar konusunda da akıl yürütücü kişiler oldu. Filozoflar insan organizması ile çevre arasında ilişkilerin sağlığa etkilerini sorguladı. Hastalıkların tanı ve tedavilerine, bugünkü tıp bilimine temel olacak şekilde açıklamalar getirdi. Bu filozoflar arasında günümüzde “Tıbbın Babası” olarak anılan “Hipokrat” isimli bir hekim görüşleriyle öne çıktı.

Hipokrat (MÖ 460 - 370) Ege’de bulunan İstanköy (Kos) adasında yaşayan bir filozof hekimdi. Hipokrat ortaya koyduğu felsefi tıp görüşleriyle kendisinden sonra tıbbın gelişimine ışık tuttu. Zira Hipokrat tıbbı dinsel etkilerden, büyü ve kehanetlerden kurtaran; gözleme, sorgulamaya ve araştırmaya dayanan laik tıbbın ilk uygulayıcısı idi. Görüşleriyle ve uygulamaları ile tıbbi özgürleştiren, tıbbı bilimsel bir yola sokan, tıp anlayışında köklü değişimler yaratan ilk kişi Hipokrat olduğu içindir ki; öğretilerine ve bu öğretiler ışığında yapılan uygulamalara “Hipokrat Tıp” denildi.

Hipokrat İstanköy adasında hekim yetiştirmek üzere ilk defa bir tıp okulu kurdu.  Bu  okulda  kendi  öğretilerini öğ- rencilerine   aşıladı.   Öğretileri   arasında hekim-hasta ilişkileri, hekimlikte etik kurallar, hastalıkların neden-sonuç ilişkileri,  hasta muayenesi gibi kurallar bulunuyordu. Hipokrat’ın sağlık-hastalık hakkında neden ve sonuç ilişkileri bakımından tutarlı bir muhakemesi vardı.

Modern Tıbbın Doğuşu ve Hekimlik

Ortaçağda Hipokratik tıp uygulamaları  yetiştirdiği  öğrenciler  zinciriyle dünyanın çeşitli yerlerine yayılmışken; Hıristiyanlığın doğuşu ile birlikte Avrupa’da unutuldu. Çünkü Hıristiyanlığın doğması ile birlikte Avrupa tıbbı dinin etkisi altında kaldı. Zira Ortaçağ Avrupası’nda tıbba Hipokratik anlamda değil, Hıristiyanlık öğretileriyle yaklaşıldı. Bu durum Yeniçağa (1453) kadar sürdü. Bu süreçte tıp ve hekimlik Avrupa’da gelişemedi. Ancak Hipokrat’ın öğ-retilerini bir avuç öğrencisi bir kez benimsemiş ve dünyaya yaymıştı. Ortaçağda İslam dünyası Hipokrat’ın öğretilerinden yararlandı. Bu durum hem İslam tıbbını hem de hekimliğini geliştirdi. O dönemde de hekimlik eğitimi usta-çırak usulü ile yürütülüyordu. Bu tür eğitim, kuşkusuz çırağın ustayı taklit etme esasına dayanıyordu. Bu nedenle iyi bir hekimin yetişmesi öncelikle hocasına bağlıydı. Türk ve İslam dünyasında Hipokratik tıbbı izleyen pek çok ünlü hekim yetişti ve bu hekimler modern tıbbın doğuşuna hizmet etti.

14-15. yüzyılda Avrupa’da gerçekleşen “Rönesans ve Reform Ha-reketleri” ile birlikte Avrupa toplumlarında bir uyanış başladı. Bu uyanışın anlamı, bir bakıma Hıristiyanlığın etkisinden kurtularak olguları akıl yoluyla sorgulamaktı. Avrupa’da Rönesans hareketleri ile birlikte bilim, sanat, tıp gibi konularda yeni yeni rasyonel düşünceler üretildi. Bu süreçte Avrupa Hipokratik Tıp öğretilerine; dolayısı ile İslam Hekimlerinin eserlerine sarıldı. 14. yüzyıla gelindiğinde, o güne kadar keşfedilen tıbbi bilgiler bir “hekimlik hazinesi” oluşturmuştu. Avrupa rönesansla birlikte bu hazineyi tıbbi çalışmalarda temel aldı. Artık bundan sonra önemli olan bu hazinenin bilimsel bir temele oturtulması ve yaygınlaştırılmasıydı.

Rönesans hareketleriyle birlikte Hıristiyanlığın etkisinden kurtulmaya başlayan Avrupa toplumu, süreç ilerledikçe her alanda akıl yoluyla gelişmeler kaydetti. Çünkü yapılan çalışmalarda gözlem, hipotez, kontrollü deney ve genelleme gibi metodolojiler kullanan meslek mensupları yetiştiriliyordu. Olay ve olgulara bilimsel metodolojilerle yaklaşan meslek mensupları her geçen gün yeni yeni buluşlara imza atıyordu. Sonuçta Avrupa

18. ve 19. yüzyıllarda sanayi ve endüstri devrimini gerçekleştirdi. Bu kapsamda Modern Tıbbın doğuşu da sağlandı.

14. yüzyılda Avrupa’da başlayan  öz- gür ve laik düşünce sisteminin esintisi tıp ve hekimlik alanında da görüldü. Zira 19. yüzyılda gelindiğinde insan vücudunun yapısı (ana-tomisi) ve işleyişi (fizyolojisi), kan dolaşımı, kan nakli, hastalık etkenleri, tanı ve tedavi yöntemleri, embri-yoloji, biyo-kimya, enfeksiyon, cerrahi, epidemiyoloji, deontoloji gibi rasyonel ve bilimsel gelişmeler elde edildi. 18. ve 19. yüzyılda Hekimlik eğitimi de bu gelişmeler doğrultusunda bugünkü anlamda kurallara bağlandı. Tüm bu gelişmeler 20. ve 21. yüzyılda ivme kazandı. Çünkü tıp ve hekimlik alanındaki her yeni bilgi, tutum ve beceri; bir sonraki gelişmeleri tetikledi.

Cumhuriyet ve Hekimlik

Cumhuriyetten önce Osmanlı İmparatorluğu’nda sağlık hizmetleri içişleri bakanlığına (dahiliye nazırlığına) bağlı bir  genel  müdürlük  tarafından yürütülüyordu; yani Osmanlı devletinde sağlık hizmetlerinden sorumlu müstakil bir bakanlık yoktu. 1838 yılında kurulmuş olan Darülfünuna bağlı bir tek tıp okulu (Mektebi Tıbbiye-i Şahane) vardı. Bu  okula sadece erkekler alınıyordu; bayanlar hekim olamıyordu. Hemşire okulu mevcut değildi. Hastaneler büyük şehirlerle sınırlıydı. Zira sağlık hizmetleri yaygın değildi. Toplum katmanları adeta kaderleri ile baş başaydı. Oysa salgın ve bulaşıcı hastalıklar toplumu kasıp kavuruyordu. Bu nedenle büyük önder Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti kurmadan önce; 2 Mayıs 1920 tarihinde “Sıhhıye ve Muavenet-i İçtimaiye Veka-leti” adıyla Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın kuruluşunu gerçekleştirdi.

92 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ülke nüfusu 13 milyondu. Nüfusun 3 milyonu trahomlu, 2 milyonu sıtmalı, 1 milyonu frengiliydi. Toplumda yaygın şekilde verem, tifo, tifüs gibi hastalık salgınları vardı. Her yeni doğan bebekten biri ölüyordu.Ortalama ömür 40 yaş civarındaydı. Buna karşın modern tıbbın alt yapısı, koşulları ve olanakları mevcut değildi. Çünkü toplumda okur-yazarlık oranı %7 civarındaydı. Kadın hakları mevcut değildi. Sağlık teşkilatı ve hizmeti ülke geneline yayılmamıştı. Hastane ve sağlık personeli sayısı çok sınırlıydı: “Ülkemizde 554 hekim, 69 eczacı, 4 hemşire, 136 ebe ve 560 sağlık memuru” vardı.

Bu  nedenle  diğer  alanlarda  olduğu gibi 1923’te Cumhuriyetin kuruluşu, ülkemizde modern tıbbın ve hekimliğin gelişmesinin miladı oldu. Zira cumhuriyetle birlikte okullaşmanın artması, sağlık örgütlenmesi, tıp ve sağlık okullarının kurulması, kadınlarımıza tanınan medeni  haklar,  bilim ve teknolojiye verilen önem gibi çağdaş uygulamalar ülkemiz tıbbının ve hekimliğinin gelişmesinin yolunu açtı.

Günümüzde ülkemizde dünya standartlarında hekim, hemşire, eczacı, sağlık teknisyeni gibi meslek mensuplarının hem nitelik hem de nicelik bakımından yetiştirilmiş olmasında da önderlik eden Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha rahmetle ve şükranla anıyoruz. Zira her şeyimizi Cumhuriyetimize ve Atatürk’ü müze borçluyuz. Bugün  mevcut  82 tıp fakültesinin, 300 civarında sağlık personeli yetiştiren fakültenin mevcut olduğu ülkemizde, modern tıbbın uygulama alanı bulduğu çağdaş hastanelere ve kuruluşlara sahip olmanın onurunu yaşıyoruz. Cumhuriyetimizin sağlık ordusunda yaklaşık 160.000 hekimin, 200.000 hemşire-ebenin, sağlık memurlarının ve on binlerle ifade edilen, diş hekimi, eczacı, diyetisyen, teknisyen gibi sağlık insan gücünün sağlıklı bir uygarlık yarattığının artık tanığıyız.

 

Dr. Mehmet ÖZDEN

Sağlık Bakanlığı Sağlık Eğitimi

img

ERD

Eğitimde Rehberlik Dergisi, 2005 yılında eğitim ve rehberlik alanında çalışma yapan entelektüel dostlarla yaptığımız haftalık eğitim sohbetlerinden esinlenerek ortaya çıkmış bir faaliyettir. Sohbetlerimizi neden bir dergi etrafında toplamayalım, “düşüncelerimizi, çalışmalarımızı neden ihtiyaç duyan öğrencilere, anne babalara ulaştırmayalım?” düşüncesi yazın hayatına başlamamıza yol açtı. Bu güne kadar 24 sayı çıkardık. Kovid-19 sürecinde yayın faaliyetine 2 yıl ara verdik. Düşüncelerimiz, çalışm

Yorumlar

img