SYLVIA PLATH BAĞLAMINDA Duygusal Dayanıklılık
21. yüzyıl uzmanlar tarafından her şeyin süratle değiştiği bir yüzyıl olarak değerlendirilmektedir. Bu değişim, nesnesiyle birlikte kendisinin de hem yön hem de hız olarak farklılaştığı çok yönlü bir değişimdir. Dolayısıyla bu yüzyılda alışkanlıkları, bağlılıkları, düzeni, tarihi olan insanoğlunun değişimin değişimine de alışmaya çalışması gerekmektedir. Bu atmosferde insanın en çok zorlandığı konulardan biri duygusal dayanıklılığını sağlamak ve korumak olmaktadır. Duygusal dayanıklık; değişen durumları kabul edebilme, verilecek tepkileri değiştirebilme ve olumsuz duygusal deneyimlerle baş edebilme becerisi olarak tanımlanmaktadır. Sylvia Plath’ın Günceleri incelendiğinde yaşadığı hayata karşı kendisiyle verdiği mücadeleleri kırılgan, hassas, detaylı bir dille ele aldığı görülür. Plath, günlüklerinde yaşadığı her tecrübeyi yazıyla aklın süzgecinden geçirerek anlamlandırmaya çalışmış ve böylece aslında duygularını aklın raylarına oturtmaya çalışmıştır. Yatağa yattım, ağladım, insan olduğumu, incinebilir olduğumu yeniden duyumsamaya, itiraf etmeye başladım. Eskiden nasıl olduğunu; o olumlu yaratıcı tohumun nasıl var olduğunu anımsamaya başladım; karakter yazgıdır; ……
Karakterim üzerinde çalışsam iyi olur (Plath: 1995,89). Yapılan araştırmalar gösteriyor ki büyükannemiz annemize beş aylık hamileyken, bizi geliştiren öncü yumurta hücreleri zaten annemizin yumurtalıklarında mevcuttur. Bu demektir ki annemiz, büyükannemiz ve biz yani üç nesil biyolojik olarak aynı çevreyi paylaşarak ortak gen havuzumuzdan pay almaktayız. O halde ailemizin mizacı ve olaylara karşı bakış açısı genetik olarak bizlere aktarılmaktadır. Nitekim bu Sylvia Plaht’ın anne babasıyla bir türlü kuramadığı duygusal bağ ile yaşadığı boşluk duygusunu sonrasında çocuklarının da yaşamış olmasında görülebilir. Ancak mizaç kader değildir. Ve genetik alt yapımızın üzerine inşa ettiğimiz karakter, benlik algısının yaşamımızla ilgili her şeyi şekillendirme ve değiştirme gücü vardır. Bu noktada küçük yaşlardan itibaren çocukların duygusal olarak dayanıklı olabilecekleri bir iklimde yetiştirilmeleri önem kazanmaktadır. Bunun içinde öncelikle çocuklara içinde oldukları aile, okul ve toplum tarafından duygularını tanıma ve anlama imkânının sunulması gerekmektedir. Mutluluk nedir, üzüntü nedir? Her ne kadar duyguların anlamları bilindiği varsayılsa da yoğun bir kavramsal kargaşanın hâkim olduğu alandır. Bir şeyin ne olduğunu bilmeden onu gerçekten hissedip hissetmediğimizi bilemeyiz. Dolayısıyla ebeveynlerin ve öğretmenlerin çocukların olaylar karşısında hissettiği duyguları ifade etmelerini teşvik etmesi çok önemlidir. Böylelikle ifade edilen her duygunun kavramsal karşılığının ne olduğu ve aslında ne olması gerektiği gözler önüne serilebilecektir. Acınası isteği benim mutlu olmam! Mutlu! Varlığın durumları bakımından tanımlanamaz bu sözcük… Bunun şu olduğunu söyleyebilirsiniz: Sürdürdüğü yaşamla sürdürmek istediğim yaşamı uzlaştırmak (Plaht, 2014). Sylvia’nın belki de günlükleriyle bizlere bıraktığı en önemli şey kendi iç dünyasında hissettiği her duygusunu önemsemesi ve günlüklerinde detaylıca ele almasıdır. O aklı ve duygularını tartabildiği gizli mabedini oluşturabilmiştir. Ancak bu duygularını yalnızca kendisiyle paylaşabilmiştir. Sürekli olarak etkin ve mutlu olmakla içe dönük bir biçimde edilgen ve hüzünlü olmak arasında seçim yapmalıyım (Plaht, 2014). Toplumda duygular genellikle konuşulması gereken öncelikli konular kapsamında değerlendirilmez.
Bunun için en çok zorlandığımız, belki de en kararsız kaldığımız alan duygu alanıdır. Çünkü duygular bir gerçektir. İnsan duyguları olan bir varlıktır. Onu değerli kılan yalnızca akıl değil duygularının da oluşudur. İnsanın hissettiği duyguların hepsi önemli, değerli ve yol göstericidir. Günümüzde insanların hayata dair amaçlarına baktığımızda sonunda vaat edilen duygunun “mutluluk” olduğu görülmektedir. Tüm amaçlar, hedefler mutluluğa doğrudur. Oysa insanın ihtiyacı olan yegâne duygu “mutluluk” mudur? Yoksa mutluluk insanları narsisim çukuruna götüren bir duygu mudur? Sosyal medyanın neredeyse tüm tercihlerimizi etkileyerek hayatımızı şekillendirdiği bir çağda “mutluluk” dışında başka duygulara yer verebilmemiz mümkün müdür? Tüm duyguları “mutluluğu” kabul ettiğimiz kadar içten ve sorgusuz kabul edebiliyor muyuz? Bazen kalbin açılabilmesi için kırılması gerekir (Wolynn, 2018). Üzülmek, üzüntü ile pes etmek günümüzde birbirini çağrıştıran duygu ve eylemler olarak aklımıza gelebilir. Peki, gerçekten öyle midir? Bize üzüntü hissettiren o an yaşadığımız engellenmişlik değil midir? Pes etmek ise bizim yaşadığımız engellenmişlik, başarısızlık karşısında aldığımız bir karar değil midir? O halde aralarındaki ilişki böylesine belli ve sınırlıyken neden birbirine karıştırılmaktadır? İnsanlar bireysel yaşamlarında olumlu olduğunu düşündükleri duyguların peşinden koşarken bir diğer taraftan toplumsal hafıza bizi olumsuzluklar girdabına almaktadır. Çünkü insanların alışkanlıkları olduğu gibi toplumlarında alışkanlıkları, süre gelen düşünme gelenekleri vardır. Ve toplumun olumlu duygulara göre olumsuz duygulara daha sahiplenici yaklaşması ve öncelikli olarak değerlendirmesi çocuklarımızın düşünme alışkanlıkları şekillendirmektedir. “Yazmaya vaktim yok’’ mu diyeceğim? Yoksa bu Allah’ın cezası işe sıkı sıkı yapışıp, çalışmalı mıyım? Okumak, düşünmek, yazmak? Düşünmek kaygılandırıyor beni.’’ (Plaht, 2014) Duygusal dayanıklılık, öncelikle hissettiğimiz duyguyu ortaya çıktığı bağlamsal çerçeve içerisinde doğru tanımlama ile başlar. Ve koşulsuz şartsız hissedilen duygunun sahiplenilmesiyle devam eder. Duygusal dayanıklılık, yaşamdaki her başarısız deneyimin yeni bir öğrenme fırsatı olarak değerlendirildiği duygu ifadelerini içerir. Bunun arka planında merak etme, cesaretle adım atma ve kaybettiğinde kendini rahatlatarak yeniden denemeye yönelebilecek toplumsal bir gelenek yer alır. Çünkü tek başına insan zihni bireysel mücadelelerinde her zaman başarılı olamamaktadır. Yaşam öylesine bir kezlik, öyle tek fırsatlı ki! Her şey, onu düzenleyip eş zamanlı kılmanıza bağlıdır, öylesine ki, fırsat kapıyı çaldığında orada, eliniz kapı tokmağında bekliyor olmalısınız (Plaht, 2014). Toplumun tarihsel varoluş sürecindeki temel amaçlarından biri bizim özgürlüğümüzü sağlamasıdır. İnsanların kendi yaşam amacına yönelebilmesi için vardır. Duygusal dayanıklılık için öncelikle olumlu bir yaşam algısı gerekir. Bu algının inşasında topluma da düşen rol büyüktür. Yaşam, mücadele edilmesi gereken bir şey değildir. Yaşam bir yol arkadaşıdır. Birlikte yürürken unuttuğumuz her tecrübemizi bize yeniden hatırlatan bir yol arkadaşı. Yaşam, yalnızca bize ait olan biricikliğimizdir. Yaşam, deneyimlerinizdir. Yaşam, orada karşınızda, sizin dışınızda değildir! Yaşam sizinledir, içinizdedir!
KAYNAKÇA Plaht, S. (2014). Günlükler. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayıncılık. Triple P. (2017). Dayanıklı Çocuklar Yetiştirmek. Triple P - Olumlu Anne Babalık Eğitimi. Webb, J. (2018). Çocuklukta İhmalin İzi: Duygusal Boşluk. Ankara: Sola Unitas. Wolynn, M. (2018). Seninle Başlamadı. İstanbul: Sola Yayıncılık.
GÖZDE YAKALI ÇITAK
Yorumlar
Yorum Yaz