SABAHIN DÖRDÜ (kısa bir öykü)
Sokak lambasının titrek ve sarı ışığı sonbahardan kalma çınar yaprağının üzerine sözcükler gibi yağıyordu. Gece, özgürdü ve yalnızlığın öyküsünü yazıyordu. Bir ara bakışlarım gecenin zifiri karanlığına serpilmiş yıldızlara dalarken içimden “Yitik Zamanların Öksüz Çocuklarıyız” diyen şairi anımsadım. Aynı duyguları hissediyorduk. Savrulan, yiten giden bir şeyler vardı. Aslında yiten bizlerdik. Zaman acımasızca izler bırakarak geçiyordu. Dalmış öylece kalakalmıştım. Gecenin sessizliğinde gelen Poyraz, rüzgârın hasıyım dercesine tüm ağrılarıma can veriyordu. Acılarımı, yorgunluğumu soğuk unutturmuştu. İliklerime kadar üşüyordum. Bu anlar yalnızlığımın başlangıcıydı. Balkonumda, doğaya verilmiş randevumla buluşuyordum. Daha önce fark etmediğim şeyleri görüyordum. Sokaklar, sarı ışıklı lambalarla aydınlanıyordu. Derin bir Suskunluk hâkimdi. Sabahın coşkusunu içinde barındırıyordu. Sokak her zamanki gibi konuklarını ağırlıyordu. Onların varlığından rahatsız olmamıştı. Kediler, köpekler, banklarda yatanlar, evsizler misafirleriydi gecenin. Bu gece, yalnızlığım evrenle bir şeyler paylaşıyordu. Bu şehir hiç bu kadar güzel gelmemişti bana. Şehirden ayrılmanın ayak sesleri yaklaştığı için mi, bilemiyorum. Anı keyiflice yaşa - maya karar verdim. Bu gece şehir beni dinleyecek, ben şehri dinleyeceğim; derin bir sohbet olacak bu… Dinlemek erdemli ve bir o kadarda zor iştir. Nice filozofların, şairlerin, yazarların şehir için yazdıklarını paylaşacağım. Benim payıma düşenleri gelecek kuşaklara taşıyacağım. Üşür gibi oldum. Gün doğumunun sancıları kendini böyle hissettiriyor diye düşündüm. Saate baktım sabahın dördüydü. Ocağa koyduğum çay suyunun kaynamakta olduğunu fark ettim. Çayı demleyip, şehri çay sıcaklığında içmek istedim. Balıklama dalmak istedim şehrin ta ortasına doyasıya. Şehir de benim gibi yalnızdı. Sokak başında kâğıt toplayan emektarlar, banklarda uyuyan evsizler; sokakları, caddeleri ve meydanları temizleyen belediye işçiler. Şehir doğacak güne hazırlanıyordu. Çayımdan bir yudum çektim. Sertliğini hissettim. Tadı biraz buruktu. Dumanı tütüyordu. Gecenin soğuğunda daha da belirgindi bu. Yüreğimi dinliyordum, şehri dinliyordum. Yaşadığım sürece yalnızlığımı kim bilir şehrin, kaç yerinde paylaşma fırsatı bulmuştum, kırıldım, döküldüm… Sadece anılar vardı avuçlarımda, su misali ne kadar tutabildiysem, eksik dökük ve kırık. Hüzünlerimi geceye verdim, yılların üzerimde biriktirdiği tortuları çözer diye… Zaman su gibi akarken, kenti terk etmenin zamanı geliyordu. On yıl önce işyeri açıp, annem ba - bamla kurduğum mutlu başlangıç bitti. Sevdiklerini kaybetmenin ardında gelen acılarımı, ayrılmakla; yeni limanlara yolculuk etmekle unutabileceğimi düşünmüştüm. Yeni limanlara yolculuk etmekle daha uygun olduğuna karar vermiştim. Benim şe - hirlerim diyebileceğim şehir sayısı yaşadıklarımla çoğalacaktı. Yolculuklarım mı, yoksa sığınacağım limanlar mı beni mutlu edecekti, orası meçhuldü. Yolculuğum yaşamıma yeni anlamlar katacaktı. Anlamlandıracaktı. Kökleri toprakta, dalları alabil - diğine mavileri kucaklayan Çınar ağacı olmayı ne kadar arzulamıştım. Yolculuklarım, yalnızlıklarım bundandır. Yaşamın anlamı meraktır, arayıştır, yeni kökler salmaktır yaşama. Bir açıklaması vardır derken açtığım parantezi yaşama dair söylencelerle kapattım sessizce. Çayımın soğuduğunu fark ettim, sıcak çayın sabahın soğuğunun yerini tutmadığını da. Bu şehirde öğrenmiştim değer verdiklerimin anlamlarını da… Ayrılıyorum işte… Titrek, sarı ışık yayan lambaların altında titrek ve koyu gölgeler yayan veda adımlarıyla… Gidiyordum beni bekleyen bilmem kaç grosluk gemiye doğru… Mavi sular karşılayacak beni. Ağaran gökyüzü martıların ses - lerine, gemi sirenlerine yarenlik edecek. Geminin yeni yolcuları hoşça kal diyecek bu şehre… Ben de hoşça kal diyeceğim. Diğer yolculardan bir farkım kalmayacak o an. Ardımda bıraktığım avuçlar dolusu anılar; Unutulmuş binlerce söz ve söylenmemiş binlerce yeni sözle... Özgür ve yalnız ayrılıyorum, martı çığlıklarının arasında… Bir yanda avını pike yapıp avlayan martılar, diğer yandan kıyılarda ölü balık yiyen leş kargalarını seyrederek. Gece, sessizliğini güne bırakmıştı coşkuyla. Sabahın serinliği yerini ılık bir havaya bıraktı. Titrek, sıcak sarı sıcak ışık yayan sokak lambaları görünmez oldu. Şair Yahya Kemal’in “Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!/ Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!” dercesine. Yalnızlığımın öyküsü şehrin yoğunluğuna karışmıştı. Yeni bir gün tertemiz bir sayfaya yeni öykülerini yazıyordu. Şiirlerin, romanların ilk sayfaları yazılmaya başlanmıştı, söylenmemiş sözler söyleniyordu, güne ve yaşama dair. Ayrılanların hoşça kal dediği gibi suskunlukla… Kavuşmakta vardı tıpkı közde demlenen sıcak bir çayın buğusundaki paylaşım gibi…
Yorumlar
Yorum Yaz