Issız Ev
Koridordan mutfağa doğru geçiyordu, ne zaman astığını anımsayamadığı boy aynasının önünden… Güneşin yansıyan ışığıyla yavaşladı, durdu. Kaç aydır bu evde oturuyordu aynayı da kendi asmıştı. Astığı gün bile kendine bakmamıştı. Aslında neden asmıştı ki? Çirkinliğini yüzüne vursun diye mi? Bırakıp giderken; “Dön de aynaya bak nasıl göründüğüne,” demişti. Oracıkta parçalamıştı evdeki aynaları… Şimdi bu nerden gelmişti? Ne arsızdı bu ayna. Aynaları sevdiğini anımsadı. Değişik çerçeveli aynalar bakınırdı. Bir zamanlar evinin her tarafında aynalar vardı. Mutluluğunu alıp çoğaltarak yansıtan. Çıkan ışıktan beslenen ve besleyen... Aynalar.... Aşkıyla sarmalanmış aynalardı. İlk aldığı ayna etrafı işlemeli küçük el aynasıydı, sevgiliye verilen ilk hediye... Güzelliğini seyret, ben doyamıyorum diye verilmişti. Karşısına geçip kollarıyla kavrayıp birbirlerine hayran hayran baktıkları aynalardı. Aşkları saklı, sevinçleri saklıydı... Oysa bu ayna bomboştu. Donuk, silik... Issız evin ıssız, renksiz duvarında asılı. Yalnızlığında üşümüştü. Aşksız susuz kalmıştı. Özensiz kara koca bir çivinin ucunda asılıydı. Tıpkı hayatı gibiydi. Öylesine iliştirilmiş… Yansıyan bedenine baktı sırrı dökülmüş, eskimiş kırılmıştı. Kasırgadan sonra arta kalan enkaz çöp yığını gibiydi. Vazgeçtiği hayatının ardından kalan çizgileriydi. Mama tabağı kavramış elleriydi. İki karanlık çukura kaçmış cılız ışıklı lamba gibi gözleriydi… bir bir yok olup giden... Her yok olanda yok olmuş sevinçleri saklanmıştı. Son kalan buydu. İçine henüz saklanamamış sırrı açılmamış bekliyordu. “Bakmak için sebep gerekti, yüreğine dokunuş gerekti. Heyecan gerekti. Beğenilmek için beğenen gerekti. Yaşamın ışıltısını görmek için sevinç gerekti…” diye söylendi. Yan profilden kendine baktı; elinde ıslak mendille dolmuş mama tabağına gözü ilişti; kelebek tokayla öylesine tutturulmuş saçına daldı… Bir zamanlar okşandığı için, özendiği kokulu şampuanlarla yıkadığı canlı parlak saçlarına. “Sahi ne renkti saçım?” diye mırıldandı. Sanki asırlar geçmişti, gerçek rengini görmeyeli. Perişan derbeder hali… Bu görüntü... Aynadaki yabancı içindeki boşluk. Eskidikçe markette eline geçirdiği boyaları saçına bocaladığı için renk karmaşasıyla ne renk olduğu ilk bakışta anlaşılmayacak hale gelmişti. Çökmüş omuzlarına, yüzündeki ifadeye… Kimdi bu aynadaki karanlık çukura gömülmüş bir çift göz? “Kimsin?” diye mırıldandı. Aynı cümleyi duydu. O da kendisine soruyordu. “Kimsin sen?” Ne soranı ne de aynada sor - duğunu tanımıyordu. Şimdi kim olmuştu? Yarısı dolu ve üstü ıslak mendille örtülmüş mama tabağı bu kimindi. Yabancı hissetti kendini kendine. Hani bazen insan etrafındaki gördüklerini yabancılar; neydi ne zaman oraya konmuştu? Bir yabancıydı kocaman evin ortasında. Dipsiz yalnızlıkta. Aynadaki kadın, bu ev, boş duvarlar... Issızlık... Rüzgâr karşılıklı açık kapılardan cereyan yaptı; soğuk kanatlarla kendine getirircesine... İçinin titrediğini hissetti. Böyle zamanlarda annean - nesi; ‘aklımda’ derdi. Aklımda; ölüm aklımda demekmiş. Azrail yoklarmış bakalım ölümü anımsıyor mu diye. Unutmadım ki seni ölüm sevgiliden tek hatıramsın. Karalara bezediğim kara gelinsin. Yanı başımdasın. Anımsamaz mıyım ki adım ölümken bir ölüm nasıl da bana uzak kalabilirdi ki? Aynayı uzun zamandır görmeden geçip gidişini algılayamadı. Kaç zamandır yalnızlığını dolduran kızının isteklerine göm - müştü kendini. Bol ışık alan mutfağa girdi. Güneş sevmediğiydi; tek rengi kalmıştı avucunda kara kınaydı. Kınasız gelin olmanın bahtıydı bekli de. Mutfağı dolduran onca güneşe rağmen karanlıktı her taraf. Sol boş duvar kenarında yalnız duran beyaz çöp kovasının pedalına bastı, tabağın içindekini çöp kovasına boşalttı. Döndü. Sanki mutfağı ilk kez görüyor gibiydi. Eski mutfağını içinde gördü. Burası neresiydi ki? “Ne işim var bu boş mutfakta?” Olduğu yere çöktü sırtını duvara yasladı. Kendi hıçkırığıyla sarsılıyordu. Kendine geldiğinde, tişörtünün yakası ıslanmıştı. Nedir bu ıslaklık diye tereddüt etti. Gerçeklikle hayal arsında salıncak kurmuştu bilinci. Ne zamandır burada böylece kalıp ağlamıştı. “Ağlamayacaktın hani?” diye hayıflandı. Ağladığına ağladı. Elinde sıkı sıkı tuttuğu mama tabağına baktı. Anlamsız geldi. “Bu nedir ki?” diye mırıldandı. “Sahi kızım, canım kızım!” diyebildi. Hayata tutunma sebebiydi. Varlığı varlığının garantisiydi. Bir zamanlar her şeyi olduğunu iddia ettiği ‘bal dudaklım’ diye seveninden hatıraydı. Başkasının kollarına bıraktığı, ka - trana dönüştüren başka dudaklara hediye ettiği. Güvendiği öncesi ve sonrasını bağladığı aşkının meyvesi, aşkıydı... her şeyi iken her şeyi olan küçük bebeği kollarında yalnız bırakıp gidenden… “Kalkmam gerekli!” diye söylendi. Yıllardır duvar dibinde yaşlanmış, her tarafı kireç bağlamış beden gibi yere dayanarak kalktı. Arkadaşı geldi gözünün önüne; bebeğine mama yedirdiğinde kocası tabağı mutfağa götürmüştü. “Sen zaten yoruluyorsun…” diye de söylenmişti. Sevgi varsa düşünce de vardı. Nefrete bırakılan yerde intikam tohumları ekilirdi. Oysa kendisi nefret bile etmiyordu. Yüreğinin acıdığını hisseti. “Ya ölürsem, bebeğim tek başına kalırsa?” Nedensiz zamanını hatırlayamadığından beri, kalp krizi geçirmekten korkuyordu; ya da amansız bir hastalığın pençesinde kıvranıp tek başına ölmekten geriye korumasız, sevgisiz, tek başına bebeğini bırakmaktan. Karşı tezgaha yürüdü. Bu ev ne kadar büyüktü. Hayret etti daha önce fark etmemişti. Yalnızlığının boşluğunda kaybolduğu kocaman mahsendi. Mama tabağını bıraktı, sağ tarafa ilerledi. Tezgâha tutunarak çeşmeyi zorla açtı, yüzüne su çarptı. Aklına, hortumla birbirlerine su tuttukları gün geldi. Su içinde… “Of Allah’ım bugün ne oldu bana? Böyle olmak istemiyorum! İstemiyorum…” diye haykırdı. Kocaman evrende yalnız yüreğini nasıl avutacaktı? “Yapamamışım, becerememişim, nefret etmeyi bile becerememişim…” Tezgaha tutundu, hıçkıra hıçkıra ağladı… Başkasının mutsuzluğu başkasına umuttu. Adaletsizliğe isyanıydı. Nedensiz, zamansız tek başına kalışıydı. “Neden… neden ki?” Doğruldu. Bir an yanı başında hissetti; tüm sıcaklığıyla, kokusuyla, dokunsa gider mi ki öylece dalgın baktı. Olsaydı; o da böyle yapar mıydı ki? “Olmayacaktın ne diye var bu hayatım? Ortasından girip yolun başında ardına bakmadan gidecektin de?” diye bağırdı. Uzandı kâseyi aldı. Lavaboya atarcasına bıraktı kâsenin kırılıp her bir parçanın çıkardığı tiz sesiyle korktu, hem de çok korktu. Neden korkmuştu ki? Babası da evde bağırdığında ne var ne yok kaldırıp fırlatırdı. Küçüktü bedeni, yüreği elleri nasıl da kocaman gelirdi. Kendini sıkıştırırdı duvar köşesine. Küçüktü oysa babası büyüktü. Neden korktuğunu anlamazdı. “Babacığım bırakıp gittin, kaderim kaderi oldu yavrumun!” Araladı gözlerini ışık hizbesi doluştu. Yok, tek başınaydı kulaklarını tıkadı annesinin hıçkırıklarını duymak istemiyordu. İşte dolabın önündeydi; babacım vurma dediyse de duymuyordu. Babalar çocuklarını niye duymaz ki? “Gerçek neydi, nerdeydim?” diye mırıldandı. Karnının ağrıdığını hissetti. Tek tekmeden nasibini alan yeriydi. Böyle apansız zamanlarda ağrırdı. Ağrıyı da severdi aslında, babalı günlerini anımsattığı için… Ne bilinmezlikte kulaçlar daldırıyordu, kendi bile kendini anlamıyordu. İçerden evin derin dehlizlerinden Cennet sesini duyurdu. İrkildi. Bu güzel, yumuşak ağlayış melek bebeğiydi. Kendini çağırıyordu. Bir anda gerçek ve olamayanlar yer değiştirdi. Ve; “Şansım, meleğim,” dedi. Gözlerindeki yaşı sildi. Aynanın yanından geçerken, umudu meleğine giderken omuzlarının dikleştiğini fark etti. Paylaşmak, varlığı hissetmek yetmişti. Cevap yok unutulmuş ıssız evde... Kimsesizlik kokan boş odaların önünden geçerken umudun sesine gidiyordu. Şansıydı umudu… Şansıydı umudu, güvende, huzur içinde yaşaması onun yalnızlığında gizliydi. Sevgisizliğini sevgisiyle boğacağı umuduyla yeşillendirecekti. Sevgi elle tutulan mıydı, değilse neden bu ev bu kadar boş kalmıştı? İçini çekti nasıl da boşluktu dünyadaki tüm nefesi alsa dolmazdı. Erise evrene taşardı. Ağlamak istemedi gözyaşı izin mi isterdi ki? Sevgisiyle terk edilmek hangi yüreği suskuya çağırabilirdi? Cennet sesini duyurma çabasındaydı, kendine geldi. Tekrar toparlamaya çalıştı; güçtü… dermansız kalmıştı. Güçsüzlüğüne ağladı, melekler sustu. Haline duvar ağıt yaktı. “Bu sefer yapamam!” diye söylendi. “İste,” demişti. “Evrene yolla bekle…” derdi. Kendi istemişti. Yollamıştı… Oysa tek gelen ise boş eller olmuştu. “Hayır, yalnızlık istemiyorum, sevgimi geri istiyorum. Bekleyeceğim, ne olursa olsun bekleyeceğim!” Kendi kendine dediğinin anlamsızlığına tebessüm etti. Hayat ağırdı. Kocası varken... “Ya işte…” dedi derin nefes aldı; annesi, babası, kimsesi gene yoktu, ama kocası vardı, tek yalın gerçek kocasının varlığıydı. Boş evin içinde dolanırken duvarlar ağlıyordu. Yokluğa, sahipsizliğe akan gözyaşlarıydı. Aldanmış, aldatılmışlığın kıskacında akan gözyaşlarıydı. Dünya nimeti deniz suyunun kıyıya vururken çıkardığı dalga sesi gibi engin ve dingin sesi duydu. Kocaman oldu; kolları, yüreği büyüdü… Büyüdü eve dama sığmaz oldu. Kavradı dalgayı; avuntusu ve hayat pınarıydı. Yalın gerçekti sevgisizliğini doyuran gözlere daldı. Mırıldanan dudaklarını bıraktı sessizce avuntusunu niniye çevirdi...
Mutluluğunu alıp çoğaltarak yansıtan. Çıkan ışıktan beslenen ve besleyen... Aynalar.... Aşkıyla sarmalanmış aynalardı. İlk aldığı ayna etrafı işlemeli küçük el aynasıydı, sevgiliye verilen ilk hediye...
HİKAYE Birsen BAYAR Eğitimci
Yorumlar
Yorum Yaz