HİKAYENİ DEĞİŞTİR  HAYATIN DEĞİŞSİN

HİKAYENİ DEĞİŞTİR HAYATIN DEĞİŞSİN

Hepimiz farklı hikayelerle doğuyoruz hayatın içine, kimimiz bazı dezavantajlarla, kimimiz sonradan yaşadığımız travmalarla hayatın içinde bir yer bulmaya çalışıyoruz, bu yüzden aslına bakarsanız “Her Hayat Bir Hikaye Arayışında” ve zaten ‘‘ben’’ dediğimiz şey de yaşadığımız hikayeler toplamı aslında. Kendi yaşam yolculuğumda yaşam dediğimiz yere bu gözle bakabilmek, bizlere sunulan bu hikayelerin, ilahi planda bize kim olduğumuzu öğreten ve hayatlarımızın asıl gerçek anlamlarını bulabilmemiz ve yaşam amaçlarımıza kavuşabilmemiz için tasarlandığı sonucuna ulaştırdı beni. İçeriğinde ACI’nın çok yer bulduğu bu hikayeler, Viktor Frankl’in ‘‘İnsanın Anlam Arayışı’’ kitabında yazdığı gibi; “yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan, insanın olanca acıya katlanma yolları bulabilecek tinsel (ruhsal) bir özgürlüğe sahip olmasıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. En ağır koşullar altında bile, insanın kendi kaderini tayin edebilme yetisi, acıyı kabul ediş yolu ile kendi davasını seçebilmesine, yaşamına daha derin bir anlam katmasına fırsat verir.’’ Benim hayata dair bu cümleden öğrendiğim şey şu oldu; ‘‘Acı, onda anlam bulduğumuzda anlamdan çıkar, yola dönüşür.’’ İşte tam da bu nefis öğreti üzerine hayat birgün Hz. Mevlana’nın şu cümlesiyle buluşturdu beni; “Can konağını aramadıysan, cansın; bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin, bir damla su arıyorsan susun, zulmün peşindeysen zalim, aşkı arıyorsan aşıksın, gönlün neye kapılmışsa o’sun sen. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir, neyi arıyorsan O’sun sen.” Peki şimdi bu muazzam cümlelerin de ışığında ACI gerçekten “acı” bir şeydir demek doğru olur mu? Acı bana göre hayatın en güzel icatlarından biri, çünkü yaşadığımız acılar sayesinde geçmişin dezavantajlarını geleceğin zenginliğine dönüştürebilmeyi öğreniriz. Bunun için de duygularımızı kendi içimizde ağırlamamız, bir misafirmiş gibi mutlak bir kabulle onlara bir yer vermemiz, bir oda açmamız lazım, çünkü hepimiz çoğu zaman; haksızmışım deyip onarmaktan, suçluymuşum deyip değişmekten, yanılmışım deyip düzelmekten korkuyoruz. Oysa ki her duygu birer aygıt ve hepsi de ruhumuzun yeniden inşası için gerekli olan şeyler ve biz onları ağırlamaya başladığımızda ancak, geçmişin duygularıyla geleceği daha bereketli inşa edebiliriz. Kabul edelim ki yaşadığımız hikayelerimizi değiştiremeyiz fakat iyi haber şu ki; geçmiş anılarımızı değiştirebiliriz, araştırmalar da bunu doğruluyor. Bellek yani ‘‘anı’’ dediğimiz şey bizlerin düşündüğü gibi hiçte donuk video kayıtları gibi değiller zira. Bizler o anıları istediğimiz gibi değiştirebiliriz, geçmişi her hatırlamaya çalıştığımızda şeklini ve formunu yeniden yapılandırabiliriz, dolayısıyla geçmişi geleceğe taşımak birazda anılarımızı bugün yeniden inşa edebilmemizle alakalı, yani bu bir nevi aynı hikayenin üzerine değiştirdiğimiz duygularla, yüklediğimiz yeni anlamlarla yeni şeyler yazabilmek demek. Mesela en basitinden yaşadığınız her şeyi “bu benim başıma niye geldi?” sorusu yerine “bundan çıkarmam gereken ders neydi?” sorusuyla değiştirdiğinizde kendinizde bizzat görürsünüz değişimi. Bu durumda geçmişi geleceğe daha zengin taşımak için benim sizlere sunacağım bir önerim var, yaşadığımız şeyleri kabul etmek ve onları “dönüştürmeyi seçmek” çünkü bizi insan yapan şey dönüştürmektir, hepimiz acılardan, yaşadığımız travmalardan, kayıplardan sonra çok yoğun duygular hissediyoruz, bu en çokta öfke yada nefret olabiliyor ama nefretin olduğu hiçbir ortamda onarım olmaz, kabul edelim ki hepimizin ruhsal eko sisteminde haset, kötülük, agresiflik, nefret var, ancak bunları yok saymakla değil dönüştürebilmeyi seçebildiğimizde insan olabileceğiz sadece. Zira insan katısını, yarasını, acısını, nefretini, öfkesini dönüştürdükçe insan olabilir. Fakat nefretin harlı ateşinden, şefkatin kısık ateşine geçip “yanmaktan pişmeye” evrilmezsek hiçbir acımızı kendimizi onaracak şekilde dönüştüremeyiz, işte burada ki püf noktası da zaten bu, geçmiş hikayelerimizi geleceğe zenginlik olarak dönüştürmek istiyorsak eğer, nefretten şefkate uyanmak zorundayız, çünkü buna uyanan ve böylelikle dönüştüren insanlar acılarını kabul ile birlikte eritirler kendi içlerinde, çiğneyerek yutarlar ve misafir ederek yolcularlar ve böylece artık yola çıkıp yolcu olurlar. Frankl’in ve Hz.Mevlana’nın bir yazıda bir araya gelmesinin sebebi tam da bu yolculuğu anlatmaktı bence ve şimdi yazımın bitiminde Japonların çok sevdiğim bir felsefesinden bahsetmek istiyorum sizlere, adı; KİNTSUGİ “Kin” altın; “Tsugi” ise birleştirmek yani ALTINLA BİRLEŞTİRMEK anlamına geliyor. Bu onların bir geleneği aslında ve zamanla bir sanata dönüşmüş, bu sanatla yaptıkları şey kırılan eşyalarını özellikle de porselenlerini atmayıp altın tozu kullanarak yapıştırmak, bu sanatın altında yatan felsefe ise şu; bir eşya ya da insan bir hasara uğramış, bir acı çekmiş ise bundan bir ders almış ve bu konuda bir hatıraya sahiptir, dolayısıyla; artık daha önceki halinden çok daha güzel ve değerlidir, işte bu yüzden de kırılmış eşyaları altınla tamir edip eski halinden daha güzel hale getirmeye çalışıyorlar ve bu sanatla kırık ya da kusurlu eşyaların da güzel olabileceğini göstermeye çalışıyorlar. Benim bu felsefe ile aklınızda kalmasını istediğim şey şu; bizlerde başımıza gelen olumsuzlukları, güzel düşüncelerle onarabilirsek daha olgun ve kendimizi eskisinden daha değerli hissederiz, hiç birimiz mükemmel olmak zorunda değiliz, sıfırdan kırıksız, çatlaksız, hasarsız bir ruha sahip olmak zorunda değiliz, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeliyiz ve doğru yöntemle kendimizle ilgilenirsek kusurluluğun mükemmelliğine sahip olabiliriz, zaten bu felsefeye göre amaç; kırığı onarmak değil, nesnenin gerçek değerini ortaya çıkarmaktır. Bizi biz yapan yaşadıklarımızdır. Olumlu ya da olumsuz her şey karakterimize, hayata bakış açımıza katkıda bulunur, ancak burada önemli olan bunları doğru analiz edebilmek ve kırıkları doğru tamir edebilmektir. Bu yüzden de isterim ki, hikayenizde sadece kendi sesinizi duyun, kendi değerinizin farkında olun ve kendi değer biriminizi başka birinin belirlemesine asla izin vermeyin, çünkü bu yolculukta yazar sizsiniz ve siz kendi hikayenizin kahramanısınız. O halde yazının başlığına dönelim yine ve ‘‘Hikayenizi Değiştirin, Hayatınız Değişsin’’ diyelim, çünkü hepimiz onu değiştirmeye muktediriz. Benim bu felsefe ile aklınızda kalmasını istediğim şey şu; bizlerde başımıza gelen olumsuzlukları, güzel düşüncelerle onarabilirsek daha olgun ve kendimizi eskisinden daha değerli hissederiz, hiç birimiz mükemmel olmak zorunda değiliz... 

 

Dinçel LAÇİN Eğitmen

img

ERD

Eğitimde Rehberlik Dergisi, 2005 yılında eğitim ve rehberlik alanında çalışma yapan entelektüel dostlarla yaptığımız haftalık eğitim sohbetlerinden esinlenerek ortaya çıkmış bir faaliyettir. Sohbetlerimizi neden bir dergi etrafında toplamayalım, “düşüncelerimizi, çalışmalarımızı neden ihtiyaç duyan öğrencilere, anne babalara ulaştırmayalım?” düşüncesi yazın hayatına başlamamıza yol açtı. Bu güne kadar 24 sayı çıkardık. Kovid-19 sürecinde yayın faaliyetine 2 yıl ara verdik. Düşüncelerimiz, çalışm

Yorumlar

img