Biriktirdiklerimiz ve  Savurduklarımız

Biriktirdiklerimiz ve Savurduklarımız

Hep daha iyisini arayanlar ve yetinenler… Ya da şöyle mi söylesek, hiç tatmin olmayanlar, hep daha fazlasını isteyenler ve yetinmeyi öğrenip daha iyisinin var olabileceğini hayal bile etmeyenler… Önce ilk gruptaki insanları düşünelim. (Hatta kendimizin daha çok hangi tarz davrandığımızı da gözden geçirelim) Hep daha iyisini arayanlar… İlk bakışta çok olağan geliyor aslındadeğil mi! Belli bir doza kadar bu normal. İnsanlığın yaşadığı tüm gelişmeler, bulduğu ya da icat ettiği ne varsa, hatta yeni bir dünya arayışı bunun bir getirisi olsa gerek. Ama işin içinde hatırı sayılır bir ölçüde, elindekini hızlı tüketmek de yok mu? Elindekini hızla tüketip sıkıldığı için biraz da yenilik arayışında değil mi insanlar? Yemek konusundan örnekleyelim. Ortalama bir insan, bir tas çorba, bir kap yemekle doyarken… Tatlısı, tuzlusu, eti, böreği şeklinde mükellef sofralar düzen, sonra o sofraların karşısında bir ayine katılır gibi kendinden geçen, biz değil miyiz? Sonrasında uzaklardan gelmiş guruların pahalı seanslarına tonla para döküp, minimal yaşamayı, arınmayı öğrenmeye çalışan da…Dünyanın efendisi gibi sorumsuzca yaşıyoruz. Hayvan ve bitkilere yaptığımız zalimce ama farkında bile değiliz. Hakkımız sanıyoruz. Hep kendimizi, yalnız kendimizi düşünüyoruz. Elimizde avucumuzda ne varsa “harcayıp” daha iyinin peşinde koşarken neleri harcadığımızı göremeyecek denli kör olan da bizleriz… Her zaman her konuda “daha iyi” vardır elbette. Bu tartışmasız. Ancak bu arayış bizi çabuk ve gereksiz tüketime yönlendirdiğinde, işte o an aslında fark etmeden hayatın ruhunu şeytana satmışız demektir. İşte o andan itibaren, tatminsizlik, mutsuzluk bir lanet gibi yakamıza yapışır. Peki ya yetinmek… O da kısmi körlük gibi bir şeye dönüşebilir mi? Evet, elindekinin kıymetini bilmek, onu kendine yetirebilmek belki de bizlere küçükken öğütlenen “Ekmek kırıntılarını bile yere dökmeme” terbiyesinin, tutumluluğun da bir sonucu. Ancak tıpkı diğeri gibi onun da aşırısı yormaz mı insanı? Bir pantolon artık size küçük geliyorsa, paçaları yıpranmış ve yırtılmışsa, kaç kez yamayabilirsiniz onu. Bir kırkyama çalışmasına dönmüş ne varsa külfettir hayatımıza. Belki işte tam o zaman daha iyisini aramaya başlamak, daha iyisini bulamasak bile o yükten kurtulmak gerekir. Artık hayatımızda ömrünü tamamlamış, yük olan ne varsa ona veda etmek gerekir. Ancak kimi zaman bu çok kolay olmaz ve zamanla o “yetindiğimiz” ya da “yük olan” şeyler üst üste birikmeye başlar. İşte bundan sonrası daha da zordur. Bazen hiç fark etmeden o birikenlerin altında kalır ve nefes almakta güçlük çekeriz. Hayatımız bu iki düzlemdeki dengeyi bulma çabalarıyla dolu… Elbette bu söylediğimiz farkına vardıklarımız için söz konusu. Kim bilir farkına varmadan daha neler birikiyor hayatımızda ya da elimizde var olanı değerlendirmeden yeni arayışlara giriyoruz. Şöyle bir geriye yaslanıp düşünün… Hatta dilerseniz üç konu başlığı seçip onlar üzerinden düşünün… Çünkü bu söylediğimiz iki eğilimi hayatımızdaki her konuya yaymak mümkün gibi geliyor. Hem somut hem de soyut ne varsa…

Yani gardırobunuzdaki giysilerle ilgili de düşünebilirsiniz, hayatınızdaki arkadaşlarınızla da ilgili… Küçük bir sökük olduğunda o giysiyi elden çıkarmakla, ilk hatasında arkadaşınızı hayatınızın dışına itelemek arasında ne fark var? Ya da artık hiç kullanmadığınız ayakkabıyı evde saklamaya devam etmekle, artık sizi yoran, hırpalayan, sırf zorunlu olduğunuz için sürdürdüğünüz bir ilişkiye tahammül etmeye çalışmak… Sizce gerek var mı? Dergimizin geçtiğimiz sayısında yer alan “Stres ve Zamanın Ayar Düğmesi” başlıklı yazısında Çelebi Çağlayan, zamanı etkili kullanmanın değerini anlatmış bizlere… Ve nefes almanın kıymetini… Aldığımız her nefes, geçirdiğimiz bir tek saniye… Hepsi çok değerli… Hayatımız çok değerli. Kaynaklarımız sınırlı. Hiç birini boşa harcama lüksümüz yok. Dünyanın da kaynakları sınırlı… Ancak sadece sayıca çoğaldığımız için değil, bir de fütursuzca harcadığımız için. Oysa bir tek zeytin tanesini büyütebilmek için bile doğa inanılmaz çaba sarf ediyor. 2016 yılında ülkemizde 12 buçuk milyon akıllı telefon satılmış. Bunun kaç tanesi gerçekten ihtiyaç olabilir ki… Kırılan, düşen, artık çalışmayan ya da tam tersi çalıştığı halde sırf bir üst model diye alınan kaç tanedir. O telefonlar üretilirken ne kadar malzeme ve enerji tükenmiştir, ne kadar zehirli atık çıkmıştır. Bu söylediklerimiz elbette hiçbir şey almayalım, zamanın getirdiği olanaklardan faydalanmayalım anlamı taşımıyor. Ama düşünelim, çok düşünelim ve düşünerek hareket edelim. Musluğu her açtığımızda temiz su bulamadıkları için hastalanıp ölen uzak coğrafyalardaki insanları düşünelim. Dergimizin geçtiğimiz sayısında Dr. Abdullah Türker Ekolojik Ayak İzi kavramını mercek altına almış. Doğanın üretebildiğinden fazlasını tüketmemek ve tüketirken ortaya çıkan atıkların doğa tarafından giderilebilecek düzeyde olması ve bunu yaparken ne kadarlık bir alana sahip olması gerektiği şeklinde özetlenebilecek bu kavramı çok iyi içselleştirmeliyiz. Gün içerisinde yaptığımız her şeyde, bunun çevre için nasıl bir yük getirdiğini düşünmek zorundayız. Hepimizin kişisel yaşamında yapabileceği o kadar çok şey var ki bununla ilgili. Belki ilk sözü son sözde söylüyorum ama İnsan davranışları, çevre bilimi ve başka herhangi bir konuda bir uzman kadar yetkin değilim. Ancak bu dünyada yaşarken ona karşı sorumluluklarımı yerine getirmek zorunda olduğumu hisseden bir “insan” ım. Üstelik bizim olumlu ya da olumsuz her davranışımızın gelecek nesilleri daha fazla etkileyeceğinin de bilincindeyim. Anlatmak istediklerimi özetlemeye çalışırken biraz daldan dala atlamış gibi oldum. Çünkü kısa yazmak zor, çok zor. Ernest Hemingway’ın dünyadaki en kısa öykünün yazarı olması boşuna değildir bu yüzden. Yazar 6 kelimelik öyküsündeduyguyu aktarabilmiştir: “ Satılık: Bebek patikleri. Hiç giyilmedi.” 2016 yılında ülkemizde 12 buçuk milyon akıllı telefon satılmış. Bunun kaç tanesi gerçekten ihtiyaç olabilir ki… Kırılan, düşen, artık çalışmayan ya da tam tersi çalıştığı halde sırf bir üst model diye alınan kaç tanedir. O telefonlar üretilirken ne kadar malzeme ve enerji tükenmiştir, ne kadar zehirli atık çıkmıştır.

Meral ÜNSAL Araştırmacı-Yazar

img

ERD

Eğitimde Rehberlik Dergisi, 2005 yılında eğitim ve rehberlik alanında çalışma yapan entelektüel dostlarla yaptığımız haftalık eğitim sohbetlerinden esinlenerek ortaya çıkmış bir faaliyettir. Sohbetlerimizi neden bir dergi etrafında toplamayalım, “düşüncelerimizi, çalışmalarımızı neden ihtiyaç duyan öğrencilere, anne babalara ulaştırmayalım?” düşüncesi yazın hayatına başlamamıza yol açtı. Bu güne kadar 24 sayı çıkardık. Kovid-19 sürecinde yayın faaliyetine 2 yıl ara verdik. Düşüncelerimiz, çalışm

Yorumlar

img